REKLAM

AYET-İ KERİME

19 Mayıs 2014 Pazartesi

Vehbi Koç kimdir ve BEKO neyi ifade ediyor..!?

Vehbi Koç kimdir ve BEKO neyi ifade ediyor..!?

Vehbi Koc, Haim Nahum’un oğludur.
Haim Nahum, Osmanlı Bankasından çaldığı paraları İsviçre’ye aktardı.
Haim Nahum çaldığı paraların yarısını bir oğlu Bernar Nahum’a diğer yarısını da diğer oğlu Vehbi Koç’a verdi.
Bernar Nahum ve Vehbi Koç ortaklasa BEKO’yu kurdular.

Vehbi Koç’un serveti, Osmanlı Parasıdır.

*****

Abdurrahman Dilipak’dan:

“Koç ve Doğramacı ailesini yakın izlemeye almak gerek.. Vehbi Koç kimdir? Bakarsınız ipin ucu Bandırma vapuruna kadar gider.. Bernard Nahum da çok önemli bir isim ve tabii Haim Nahum Efendi de öyle.. Koç deyince bugün akla Mustafa Koç, Rahmi Koç gelse de, aslında Koç ailesinin asıl önemli isimleri Kıraçlar. İnan Kıraç da damat..!

Bu Hayim Nahum adı önemli.. Lozan’ın perde gerisindeki Siyonist o.. Türkiye’deki “Arap Düşmanı Kemalist Milliyetçilik”in sponsoru da O. Daha sonra gitti Nasır’a danışman oldu, Arap Yahudilerini örgütledi ve Türk düşmanı Arap milliyetçiliğinin liderliğini üslendi..!

Arap düşmanı Kemalist Türk milliyetçiliği fikrinin arkasında kimler vardı bakın bakalım. Kod adı Tekinalp olan Moiz Kohen ve daha sonra dinde reform bayraktarlığı yapan “Türk’ün Dini Kemalizmdir” diye kampanyalar yürüten Osman Nuri Çerman..

Mesela birçok ülkede Siyonistler, bizzat Anti-Siyonist hareketleri kendileri örgütlerler ve kontrol ederler.. Zaten Yahudileri göçe zorlayan soykırım meselesi de böyle bir şey değil mi idi? En azından biri bunu kullandı..

Baksanıza Lenin de Yahudi imiş. Hitler için de aynı şey söylenir.. Şimon Zwi oluyor Şemsi Efendi, Moiz Kohen oluyor Tekinalp! Türk Ocakları’nın kuruluşundaki en büyük maddi desteği kim sağlamıştı, hatırlayın: Lazaro Franco..!”

*******

İşte Bediüzzaman Said Nursi’nin Emirdağ Lahikası’ndaki ilgili bölüm:

“Türklere dinlerini ve din temsilciliğini feda ettirmek şartıyla, sun’î istiklâl işinde gizli anlaşmanın müessiri, tek kelime ile, Yahudiliktir. Buna memur-u müşahhas kimse de, şimdi Mısır Hahambaşısı bulunan Hayim Naum’dur. Bu Hayim Naum, bu korkunç teşebbüse evvelâ Amerika’da Türkler lehinde bir seri konferans vermek ve emperyalizma şeflerine, Türkün maddesini serbest bırakmaları, buna mukabil ruhunu, tâ içinden ve kendi öz adamlarına yıktırmaları fikrini telkin etmek suretiyle başlamıştır. Yani, masonluk hasebiyle Kur’ân’ın ahkâmını kaldırmak, milleti dinsiz yapmak. Hayim Naum müthiş plânının zeminini Amerika’da hazırladıktan sonra İngiltere’ye geçmiş ve hâlis Yahudi olan Lord Gürzon ile temas ederek şu teklifte bulunmuştur:

“Siz Türkiye’nin mülkî tamamiyetini kabul ediniz. Onlara ben İslâmiyeti ve İslâmî temsilciliklerini ayaklar altında çiğnetmeyi taahhüt ediyorum.”

******

Erbakan’ın Hatıralarından: (1977 Nisan-Günaydın Gzt.)

Tarihin ilk ayakkabılı eylemi Erbakan’ın milli sanayi mücadelesiyle yapılıyordu
Dünya da ilk ayakkabılı protestonun patenti de bize ait çıktı. Hem de tam 50 yıl önceki bir olaydı.

Peki, ayakkabıyı fırlatan ile muhatap olan kim olmaktaydı?
Yıl 1961. Yer Ankara… Birinci Otomotiv Sanayi Kongresi yapılmaktaydı. Kongre’ye katılanlar arasında işadamları, bürokratlar, mühendisler, gazeteciler vardı. Kongre’nin öncülüğünü yapan isimse daha sonra Türkiye’nin siyasi hayatına damgasını vuracak olan Prof. Dr. Necmettin Erbakan’dı.
Erbakan,1956 yılında daha 30 yaşında iken Gümüş Motor Fabrikasını kurarak Türkiye’nin ilk büyük sanayi hamlesini gerçekleştirmiş, yine 1960 yılında Ankara’da yapılan Sanayi Kongresi’nde ilk kez “Türkiye’nin kendi otomobilini üretebileceği” fikrini ortaya atmıştı. 1961 yılındaki Otomotiv Kongresi bu çabaların bir sonucu toplanmıştı. Kongre salonu oldukça kalabalık ve heyecanlıydı. Salonda Türkiye’nin kendi otomobilini üretebileceğinin inancı ile heyecanlanan mühendislerin yanı sıra, yerli otomobil fikrine karşı çıkan işbirlikçi Masonlar da bulunmaktaydı.
Bunlardan biri de, Bernar Nahum’dur. Bernar Nahum, Lozan gizli danışmanlarından olan ve Türkiyenin adım adım İslam’dan uzaklaştırılmasını, her yönden zayıflatılıp parçalanmasını amaçlayan Siyonist Yahudi planın fikir babası Haham Hayim Nahum takımındandı.
Bernar Nahum, Koç Otomotiv Grubu’nun temsilcisi olarak toplantıdaydı.
Parantez açalım: Vehbi Koç ile Bernar Nahum 1944 yılında tanışmış, bu tanışma Koç Grubu için tarihi bir dönüm noktası olmuş, . Grup hızla büyümeye ve küresel bir şirket olmaya başlamıştı. Koç ile Nahum ortaklaşa Otokoç’u kurmuş ve başına da Nahum atanmıştı. Bir iddiaya göre Bernar Nahum, Lozan anlaşmasının mimarı meşhur Hayim Nahum’un oğlu olmaktaydı. Bir iddiaya göre de Koç grubu’na ait, BEKO’nun BE’si Bernar’dan, KO’su Koç’tan alınmaydı.
Gelelim ayakkabılı eyleme:
Bernar Nahum, Birinci Otomotiv Kongresi’nde konuşurken salondaki hava giderek elektriklenmeye başlamıştı. Çünkü Otokoç’un ortağı ve yöneticisi Nahum, salondaki heyecanın aksine otomotiv sanayinin zorluklarından bahsetmekte ve yerli otomobil fikrine karşı çıkmaktaydı.
O sırada ön sıralarda oturan genç bir mühendis, bir kürsüde konuşan Bernar Nahum’a, bir de ayakkabılarına bakmaktaydı. Makina Kimya Endüstrisi’nde (MKE) çalışan Erbakan’ın Millici ekibinden olduğu anlaşılan mühendisin ayağında kurumun yeni dağıttığı postallardan vardı. Nahum konuşmasına devam ederken ön sıradaki genç ise, postalının bağcıklarını çözmeye çalışmaktaydı. Çünkü öfkesi iyice kabarmıştı.
Nahum; “Bursa’da şeftali üretmek otomotiv üretmekten hem daha kolay hem daha kazançlıdır” dediği anda da ortalık karışmıştı. Nahum’un “otomotiv yerine şeftali üretmeyi” önermesine dayanamayan genç mühendis ayağından çıkardığı postalı kürsüye fırlatmıştı.
Postal, Nahum’un alnına çarparken, MKE’li vatansever: “Bize otomobili siz ürettirmiyorsunuz, sizler bizi batıya mahkûm ve mecbur ediyorsunuz” diye bağırmaktaydı. Ve bu genç mühendis te Erbakan gibi, milli ve yerli kalkınma sevdalısıydı.
Herkes unutmuş olsa da işte bu olay ilk ayakkabılı protestoeylemi olarak tarihe geçmiş bulunmaktadır.
Artık yazmak zorundayız. Her şeye rağmen Türkiye’nin ilk yerli otomobili “Devrim”i yapma fikri bu kongre’nin sonucunda ortaya çıkmıştır. Yapılmıştır da… Ama biliyorsunuz benzin koymayı unuttukları() için yürümemiş ve öylece kalmıştır.
Oysa, Erbakan ilk yerli otomobil fikrini 50 yıl önce ortaya attığında, ne Kore’nin Hyundai’ı, Ne İran’ın Samand’ı, ne Hindistan’ın Tata’sı, ne Çin’in Cherry’si vardı. Ne kadar acıdır ki, şimdi sokaklarımız Hyundai, Tata, Cherry ile dolup taşmaktadır.
Son bir not: Türkiye’ye “Otomobil yerine şeftali üretilmesini” öneren Bernar Nahum hakkında bakın Rahmi Koç yıllar sonra ne buyurmuşlardı:
“Koç’un otomotiv sanayi işine girmesini, büyümesini ve kâr etmesini sağlayan Mösyö Bernar’dır. Vehbi Bey’in büyük itimadını kazanmış biriydi ve Vehbi Bey, o ne derse kabul ederdi. Bernar Nahum eldeki paranın daima otomotiv işine yatırılmasını istemiştir.” (Capital Dergisi-2008) ALINTI.

12 Mayıs 2014 Pazartesi

Milli Görüşçü dahi simaen bile tanımaz bunun sebebi nedir?

sKemalettin Erbakan’dan gündeme oturacak açıklamalar
Kitap hazırlığı içinde olan eski Başbakan Necmettin Erbakan’ın kardeşi Kemalettin Erbakan, ağabeyinin çevresindekilere ateş püskürdü

Milli Görüş Lideri Prof.Dr.Necmettin Erbakan, hasta yatağındayken durumunun ciddiyetini bilmelerine rağmen sağlığını tehlikeye atacak yoğun ve ağır görüşmeler yaptırıp etrafını işgal edenler kimlerdi?

*Efendim, bugüne kadar en merkezde olmanıza rağmen isminiz hiç ön plana çıkmadı. Sizi birçok Milli Görüşçü dahi simaen bile tanımaz bunun sebebi nedir?

Çocukluğumuzda 1943 senesinde Fatih Camii’ne devama başladık. Fatih Camii’nde çok muhterem bir zat var idi, Gümülcineli Mustafa Efendi, çok güzel menkıbeler anlatırdı. O menkıbelerden bir tanesi sorunuza güzel bir cevap olacaktır sanırım.

“Bir gün Harun Reşid kardeşine, sende insanların içerisine gir ve bir takım vazifeler al, diye telkinde bulunuyor. Kardeşi sürekli oyalayıp duruyormuş. Ancak Harun Reşid sürekli sıkıştırınca, kardeşi peki o zaman ben bir danışayım sana öyle cevap vereyim demiş, çıkmış dışarı. Harun Reşid kardeşini takip ettirmiş, gidin bakın bakalım kime danışacak diye. Kısa bir süre sonra kardeşi Harun Reşid’in yanına gelmiş ve ben danıştım, kabul etmiyorum, demiş. Bunun üzerine Harun Reşid, takip ettirdiği için, sen sadece tuvalete gittin geldin başka yere gitmedin ki, kime danıştın deyince; kardeşi,  tuvalette sordum ve şu cevabı aldım; insanların içine girmeden çok kıymetli, çok nadide şeylerdik insanların içine girip çıktıktan sonra bu hale geldik dedi, demiş ve kabul etmemiş.”

Bundan dolayı insanların içine karışınca insanların değiştiğini görünce sükut-u hayale uğruyorsunuz, en güvendiğiniz insanlar bile bazen değişik şekilde çıkıyor. Onun için susmak, insanlara karışmamak en büyük şey, yapabilsek keşke, yapabilseydik şimdi burada olmayacaktık, siz bozmuş oldunuz bunu.

*Çocukluğunuzla ilgili olarak bizimle paylaşabileceğiniz hatıralar var mıdır? Özellikle Erbakan Hoca’nın kardeşi olarak nasıl bir çocukluk yaşadınız, neler yapardınız, ne tür oyunlar oynardınız?

Necmettin ağabeyimle oyun oynayacaksanız şunu iyi bilmelisiniz; oyunun kaidelerini kendisi koyar ve yine kendisi değiştirir. Mesela, biz ticarete çocukluğumuzda evimizin bahçesinde başladık. Trabzon’daki evimizin bahçesinde hurma ağacı vardı. O ağaçtan düşen meyveleri ve nar çiçeklerini toplar, birbirimize satardık. Para olarak ilk zamanlar tuğla ve taş parçalarını kullanırdık. Daha sonra mektebe başlayıp rakamları tanıyınca bu defa kağıt para basmaya başladık.

Kağıt paraya geçtiğimiz ilk zamanlarda Necmettin ağabeyim bir kağıdın üzerine çerçeve çizer onların içerisine 5 kuruş, 10 kuruş yazar bunları bizlere dağıtır ve onlarla oynardık. Oyunu kaybettiği zaman bu defa kendisi tekrar para basar ama bu sefer 5 kuruş, 10 kuruş değil 50 kuruş, 100 kuruş. Bunlardan bize birer tane verir kendisine daha çok alırdı. Onu da kaybedince beş altı haneli rakamlarla para basmaya başladı. Böylece biz çocukken enflasyonla tanışmış olduk. Kaybedince para basıyor ağabeyim.

Bu böyle devam edince tabi ben oynamıyorum, bırakıyorum. Çünkü oynamanın bir anlamı kalmıyor, kazanmanın keyfini yaşayamıyorsunuz. Bir süre sonra beni tekrar oyuna dahil edebilmek için en küçük biraderim Akgün’ü  kışkırtır,  ona benim oyuncakları alıp saklatır yada kırdırırdı ki ben kendi başıma oynamayım, onlarla oynamaya mecbur kalayım.

*Peki Erbakan Hoca ile veya diğer kardeşlerinizle hiç kavga eder miydiniz?

Yooooo,  hayıııırrr! Bakın, size bir şey söyleyeyim; annemle babam tanıdığım en zeki insanlardı.  Hiçbir zaman kendi istediklerini söyleyip yaptırmazlardı. Siz kendiniz istiyormuşsunuz da yapıyormuşçasına gibi yaparlardı. Onun için de mesela kardeşler arasında biraz sertleşme olduğu zaman hemen ortaya bir mesele atarlar siz daha ileriye gitmeye fırsat bulamazsınız. Öyle kavgaydı, küfürdü asla olmazdı, yani uzaktan kumandayla da bunlara hiç fırsat verilmezdi. Güreş şeklinde oyunlarımız falan olurdu ama asla kötü söz falan olmazdı.

* Anlaşmazlıklar tatlılıkla çözülürdü yani…

Annem de babam da çok zeki insanlardı. Olayların gelişiminden nasıl sonuçlanacağını tahmin ettikleri için doğru zamanda müdahalelerini yapar, işi tatlıya bağlarlardı.

*Herhangi bir konuda baskı görür müydünüz? Mesela; namaz kılmaya zorlama vs… gibi.

Bakın, biraz önce bir şey söyledim size; anne, babamız kendi yaptıracaklarını söyleyerek yaptırmazlardı bize. Sizi öyle bir noktaya getirirler ki; siz sureleri ezberlemeye mecbur oluyorsunuz, neden? Hiçbir zamanda şunu ezberle dediklerini hatırlamam ama mesela sen dua edeceksin onlar oradan mırıldanarak dua etmeye başlarlar, sen de onlardan bir şey kaparsın. Sonra okuyup yazma öğrendiğimiz zamanda -ki o zaman namaz hocası kitapları da yasak, piyasada yok- eskiden kalma bir şeyleri bir yerlerden bulup buluşturup ortada bırakırlardı. Oku demezlerdi size, siz onu merak eder okurdunuz. Böyle psikolojik bir taktik uygularlardı.

*Babanız hoşunuza giden veya hatırladığınız en belirgin özelliği neydi?

Çok sabırlı bir insandı. Babamın sabrının bir bölümü Necmettin Ağabeyim’de de vardı. Mesela, gelir yanındakiler bir şey yapar, bir şey söyler, kim olursa olsun onları sabırla karşılar, terslemez veya azarlamazdı.

*Sizin Erbakan Hoca ile benzeştiğiniz yönleriniz var mı?

Bizim birbirimize benzeyen çok taraflarımız var. Bunlardan bir tanesi de çok kolay aldatılırız.

ERBAKAN’I ALDATAN DAVA ARKADAŞI

*Bize bir örnek verebilir misiniz bu konuda?

Şimdi, aldatılmak nasıl oluyor? 

Mesela, ağabeyimin en yakınlarından olduğu için söylüyorum. Ali Güneri’nin oğlu Teoman Rıza Güneri, Konya’dan dolayı abimin ilişkileri var. Teoman Rıza Güneri TV5’in yöneticisiydi bir zaman. Bir gün aradı; amca biz burada çalışan personele dört, beş aydır maaş veremiyoruz, şimdi önümüzdeki hafta bayram dedi, personel evine bayramda şeker götürebilsin diye para vermek istiyorum bir miktar, bayramdan sonra bir ay içerisinde vermek üzere bana onbeşbin dolar verebilir misin, dedi. Eee, ne yapacaksınız şimdi? Oradaki personel bayramda aileleriyle, çocuklarıyla beraber huzurlu bir bayram geçirsin, alsın şekerini evine götürebilsin diye, gerekirse başkasından da borç alarak da olsa vereceksiniz. Sonra ne oldu? Bu parayı aldı, aradan üç dört ay geçtikten sonra beşbin lirasını verdi, gerisi yok. Bu kişi babasıyla birlikte ağabeyimin en yakınında bulunmuş, bakanlık yapmış insan. Siz şimdi yakınlarıyla olan ilişkiyi soruyorsunuz, ne yapacaksınız şimdi burada? Bu aldatılmak meselesi ama bazen de aldatıldığınızı bile bile aldanıyorsunuz.

Mesela; isim vermeden bir başkasını ele alalım. Bunların bu işi yapamayacağını biliyorsunuz ama Necmettin Ağabeyim görev vermiş bunlara. Şimdi, Necmettin Ağabeyimle benim aramda bir tabir vardır; “ebegümeci”. Bir insan, bir işte başarılı olduğu zaman Necmettin Ağabeyim o insanın her işte başarılı olabileceğini kabul ederdi. Necmettin Ağabeyimin ister iyi vasfı deyin, ister kötü vasfı deyin, nasıl tefsir ederseniz edin bunu. Ben abimin yardımcı ol dediği bu insanlara ebegümeci diyordum. Ebegümecinin özelliği ne? Ebegümecinin bazı şifalı tarafları vardır, göğüs ve nefes alma işlerine şifadır, kaynatırlar suyunu içerler falan… Sonra, hazım bakımından şifası vardır. Şimdi, ağabeyim bu ebegümecini öyle bir hale getirmiş ki; her derde deva olmuş. Onun için ebegümeci demek, bir işte başarılı olmak her işte başarılı olacak demek değildir.

Peki bu konuları Erbakan Hoca ile hiç konuşmaz mıydınız? Bu düşüncelerinizi kendisine de ifade etmez miydiniz?

İşte siz etrafındaki bazı kişileri sordunuz, benim bu konuda bazı karşı çıktıklarım olmuştur. Ağabeyime de bunları söylediğimde, daha iyisini bulabiliyorsan getir onunla çalışalım derdi. Ben de bir şey demezdim tabi bunun üzerine.

*Erbakan Hoca’nın özellikle okul yıllarındaki bazı arkadaşları keşke hep bilim adamı olarak kalsaydı siyasete girmeseydi diyorlar, siz de hiç öyle düşündünüz mü ?

Siz hayatınızı kendiniz mi çiziyorsunuz? Öyle zannediyorsunuz! Ben siyasetçi olacağım, ben bilim adamı olacağım demekle olunmuyor. Hayatın şartları sizi muayyen bir noktaya getiriyor. Mesela, şimdi ben bir şey sorayım size, Demirel olmasaydı Necmettin Ağabeyim siyasete girer miydi?

*Rekabet mi yani?

Siz sanayide yaptığınız imalatın ithalatla baltalanmasını önlemek için devletle bir takım yakınlaşmalara girmeye mecbur oluyorsunuz. Demirel, Devlet Su İşleri’nde genel müdürken Necmettin Ağabeyim siparişler veriyordu. Sonradan, 60 ihtilalinden sonra, Demirel siyasete başlayınca, ağabeyim yine bu kotalar meselesi dolayısıyla Demirel ile temas ediyordu. Yalnız, o zaman işte rekabet başlamıştı aralarında. Eğer Demirel ağabeyimle rekabet yapacağına beraber hareket etseydi tahmin ediyorum Necmettin Ağabeyim üniversitede ve sanayide kalırdı. Ama, Demirel global sermayenin Türkiye’ye biçtiği role razı olarak Necmettin Ağabeyimle karşı karşıya gelmeye mecbur oldu. Tabi bunlar saatlerce anlatılacak konular…

*Peki bu rekabetten kim kazançlı çıktı sizce?

Kimse karlı çıkmadı. Çünki, Necmettin Ağabeyim de yapacaklarının bir bölümünü yapamadı, Demirel de bu adamlara yaranamadı.

*Sizce Demirel de çok samimi bir şekilde bu ülkeye hizmet etme idealleriyle yola çıkmadı mı?

Bizim yetişme tarzımız şu; biz kimseye taraftar değiliz, kimseye de karşı değiliz. Cenab-ı Hakk’ın çizmiş olduğu bir yol var ve biz bu yoldan gitmeye gayret ediyoruz. Kim bu yolda gidiyorsa biz bunlarla beraberiz, kim bunun karşısındaysa da biz onunla karşı karşıyayız. Necmettin Ağabeyimin Milli Görüş diye ortaya koymuş olduğu bir yol var, bu kendisinin keşfettiği bir yol mu? Hayır! Şimdi o, bu yol insanları, toplumları refaha götürecek demiş. İnsanlar bu yolda birleşirse hem dünya hem ahiret saadetine kavuşacaklar demiş, onun için burada çalışılması lazım demiş. Şimdi biri buna karşı geliyorsa, sana mecburen karşı gelecek. Eğer o kimse bu doğrudur derse, seninle beraber yürüyecek. Yani, mesele ona karşı ya da bununla beraber olduğu değil. Belirli bir yol var; kim bu yoldaysa berabersin, kim bu yolda değilse ayrısın. Yani ölçü olarak şahsı değil sistemi ele almak lazım.

*Erbakan Hoca ile Süleyman Demirel’in siyasi mücadeleleriyle ilgili pek çok rivayet anlatılır, özellikle Süleyman Demirel’in Erbakan Hoca’nın önünü kapatmasıyla ilgili. Sizin bizzat şahit olduğunuz veya ağabeyinizden duyduğunuz bir olay var mı?

1978 senesiydi. Benim Yargıtay’da Cemal Dirik isimli liseden bir arkadaşım vardı. Bir gün telefon etti bana, dedi ki; Kemalettin seninle acilen görüşmem gerekiyor, arkadaşlarına söyle bana bir tayyare bileti ayarlasınlar, öğle tayyaresiyle İstanbul’a geleyim ama ilk tayyareyle de geri göneyim Ankara’ya, konuşacağım önemli bir konu var, dedi. Dediği şekilde bileti ayarladım, havaalanına gittim, kendisini aldım. Bakırköy’deki Gelik  Lokantası’nda oturduk, yemeğimizi yedik ve ilk tayyareyle geri gönderdim.

Söylediği şey şu; “Ben Yargıtay Başkanının yanındaydım. Necmettin Cevheri geldi, ben ayrılmak için müssade isteyince Yargıtay Başkanı Necmettin Cevheri’ye dedi ki, bu arkadaşlar benim burada sık sık istişare ettiğim arkadaşlarımdır şayet bir mahsuru yoksa kalsın, sonra nasıl olsa ben bunlarla istişare edeceğim. Necmettin Cevheri’de peki demiş. Cevheri’nin söylediği şey şu; biz Hoca’dan kurtulmak istiyoruz. Bunu da adli yolla çözmek istiyoruz, bize nasıl bir yol tavsiye edersiniz, dedi. Yargıtay Başkanı’nın verdiği cevap; biz kanunlara bağlıyız, siz kanunlarda değişiklik yaparak bu yolu açarsınız biz de tatbik ederiz.”

İşte bunun üzerine gelmiş arkadaşım bana diyor ki, Hoca’ya söyle dikkatli olsun, bu adamların niyeti kötü.

Hac dönüşüydü Necmettin Ağabeyim Ankara’ya indi. Ben de Ankara’ya  gittim ve kendisine durumdan bahsettim. “Ben meclis kürsüsünde ne söylüyorsam meydanlarda da onu söylüyorum. Meclis kürsüsünde söylediklerim de suç değildir. Bundan bir şey çıkmaması lazım ama yine de ben tedbirli olmaya çalışayım” dedi. Ben de İstanbul’a döndüm.

Sonra Mehmet Zahid Kotku Hazretleri hacdan döndü. Kendisini hac tebrikine ziyarete gittiğimiz zaman bu konudan bahsettim, şöyle durdu, hiç cevap vermedi Hoca efendi.

Aradan bir iki ay geçti tahmin ediyorum, aralık ayının ilk haftalarıydı. Hürriyet gazetesinde bir manşet; “Hoca’ya Urfa konuşmasından dolayı dava açıldı, ya Hoca partiden ayrılacak ya da parti kapatılacak” diye bir haber. O gün Necmettin ağabeyim telefon etti, acele Ankara’ya gel, dedi. Hemen gittim Ankara’ya, yanına vardım. Oğuzhan Bey’de vardı yanında, Oğuzhan Bey parti genel sekreteri olarak başsavcılıktan çağırılmış, ifadesi alınacakmış. Ağabeyim, işte senin bu söylediğin oldu dedi. Şimdi sen bu arkadaşınla bir görüş de, nasıl bir prosedür takip edelim bize bir bilgi versin, dedi.

Ben de arkadaşıma telefon ettim, omuzu çıktığı için evinde istirahat ediyormuş, ailece görüştüğüm bir arkadaşım olduğu için evine gittim. O zamanlar partilere anayasa mahkemesi bakmıyor partiler arası denetim diye Yargıtay daire başkanlarından bir heyet bakıyor. Arkadaşım orada Demir Dai diye biri var 1. Daire Başkanı, temyizdekiler onun ağzına bakar, dedi. Demir Dai, Ecevit’in bir dediğini iki etmez,  bu meseleyi Ecevit ile konuşmanız lazım, dedi. Ben de geldim hem Ağabeyime  hem de Oğuzhan Bey’e naklettim, döndüm İstanbul’a geldim.

Aradan seneler geçti, arkadaşım emekli oldu. Nişantaşı’nda bir yazıhane açtı, bizim bir takım davalarımıza da bakıyordu. Bir gün, bir konu için yine yazıhanesine gittim. O ara birisi geldi, biz meselemizi konuştuğumuz için, o gelince ben müsaade istedim. Müsaade etmedi, beni o gelen kişiyle tanıştırdı. Demir Dai Bey, dedi, ama bıyık altından da gülüyor Cemal Bey. Beni de sadece liseden arkadaşım Kemalletin diye tanıttı. Demir Dai şöyle bir baktı, sizin simanız yabancı gelmiyor ben sizi birine benzetiyorum, falan dedi. İnsan insana benzer dedim, müsaade aldım çıktım.

O zaman Demir Dai Bey, Cemal’e, beni Ecevit çağırdı, Ecevit’le görüşmeye gittiğimde beklerken odasından Oğuzhan Bey çıktı, ondan sonra Ecevit beni kabul etti ve bana Erbakan Hoca’nın Urfa konuşmasını söyledi,  şeklinde anlatmış.

İşte, o davanın karar mahkemesi 2 ya da 3 marttı. Annem vefat ettiği için Necmettin Ağabeyim duruşmaya gidemiyoruz, dedi. Duruşmayı bir ay sonrasına bıraktılar, bu bir ay içerisinde de Ecevit kanunu değiştirdiği için Necmettin Ağabeyim bundan kurtuldu.

*Mehmet Zahid Efendi’nin, Erbakan Hoca’ya siyaseti bırak dediği ve başına bu tür musibetlerin o yüzden geldiği söyleniyor, siz bu konuda ne diyorsunuz, doğru mu bu?

Şimdi bu konunun dünyada bir numaralı şahidi benim. O konu öyle değil, sesimi yükseltiyorum kusura bakmayın. Kitabımda da ben bunu yazdım, ben size bunun macerasını anlatayım.

Az önce anlattığım olaylar olduğu sıralardı. Yanlış hatırlamıyorsam Ankara’dan döndükten üç veya dört gün sonra Rıfat Tandoğan geldi yanıma. Dedi ki; “Ankara’daki arkadaşlar toplanmışlar benden cevap bekliyorlar, bir hususu Hocaefendi (Mehmet Zahit Kotku) ile konuşmak istiyoruz. Senin de bulunmanı istiyor arkadaşlar.” Ben de sordum, kim bu arkadaşlar? İşte, Turgut Özal, Korkut Özal falan, dört beş kişiyi saydı, ben de, bu arkadaşlarla bir yere gitmem, siz ne görüşecekseniz görüşün, dedim. Onun üzerine dedi ki; bu arkadaşlar Ankara’da Osman Çataklı’nın evinde toplanmışlar,  bunun üzerine hemşire (Kemalettin Bey’in ve Erbakan Hoca’nın kız kardeşi) senin de bulunmanı istemiş. Hemşirem istediyse giderim, dedim.  Vardık Hocaefendi’nin kapısına, tam kapıyı çalacakken Rıfat Tandoğan’ın elini tuttum ve dedim ki; içeride konuşulanlardan arkadaşlara sadece hüküm fıkrasını söyleyeceksin, başka hiçbir şeyi arkadaşlarına nakletmeyeceğine karının üç nikahı üzerine yemin edeceksin, yoksa ben girmem içeri, dedim. Olur mu öyle şey, dedi, arkadaşlara izahat vermem lazım.  Hayır, dedim. Bak, ben hemşiremin hatırı için buraya kadar geldim, geri dönerim, dedim. Mecburen peki dedi, girdik içeri. Hocaefendi bir kanepede oturuyor, bizde önüne oturduk. Ankara’daki arkadaşların söylediklerini şöyle olmuş böyle olmuş diyerek bir takım olaylarla birlikte anlattı. Hocaefendi kanepenin kenarındaki bir şeyle parmağıyla oynuyor, bir yandan da dinliyor. Rıfat Tandoğan bir 10 dakika kadar konuştuktan sonra, Hocaefendi döndü bana, sizin bana o gün bahsettiğiniz meseleyle ilgili (Hocaefendi’ye Hac dönüşünde anlattığım mesele) bir gelişme var mı, diye sordu. Ben de, o hakim arkadaşla olan görüşmeyi kendisine anlattım. Şöyle bir durdu, biraz sonra döndü Rıfat Tandoğan’a; sen arkadaşlarına söyle herkes kendi işiyle meşgul olsun, dedi. Hocaefendi’nin talimatı bu, yani siyasetten ayrılsın sözü palavradır. Sonra dışarı çıktık, Rıfat’a bak dedim, arkadaşlara tek bir cümle söyleyebilirsin yemin ettin, dedim. Rıfat Tandoğan işte şöyle böyle demeye başladı. Hayır, dedim.

Ben o gün Rıfat’ın sözüne sadık kaldığına inanıyorum, çünkü o günkü o halinden sonra kıpırdayacak bir durumu yoktu Rıfat’ın. Sonrasındaki hadiseleri Süleyman Arif Emre Bey’in siyasette 35 yıl kitabından okuyabilirsiniz, orada hepsini anlatıyor.

Şimdi olayın perde arkasına gelelim, bütün bunlar Demirel’in oyunudur. Demirel, Hocaefendi ile Necmettin Ağabeyimin arasını açmak için Korkut Özal, Turgut Özal ve Osman Çataklı’yı daima kullanmıştır. Hatta 28 Şubat bile bunun bir bölümüdür.

Hocaefendi’yi 30 Eylül 1980’de Hac dönüşünde biz karşıladık. O zaman 12 Eylül’den dolayı Ağabeyim hapishanedeydi. Hocaefendi’nin o gün bize sorduğu ilk soru “Necmettin nasıl?” idi. İşte, Demirel, Hocaefendi’nin Necmettin Ağabeyime olan bu sevgisini bildiği için bu üç arkadaşı daima aralarını açmak için kullanmıştır.

*Teşkilatlarda hiç resmi vazife almamanıza karşın, anlattıklarınızdan anlaşılıyor ki, sürekli bu çalışmaların içerisinde yar almışsınız. Ağabeyiniz ilk günden beri yanında mısınız? 

Şimdi, bu çalışmaların ilk ne zaman başladığını bilmek lazım. Milli Görüş’ün temel organizasyonları 1950’lerden önce başlar. Hasib Efendi zamanında ondan sonra Abdülaziz Efendi, sonra da Mehmed Zahid Efendi zamanında devam etmiştir. Kore Harbi’nin arkasından Amerika’nın, Rusya’yı çevrelemesi için yeşil kuşak hareketi diye bir projesi vardır. Bu projede de Türkiye’ye biçilmiş bir rol vardı. Türkiye’nin bu rolü rahat oynaması için Türkiye’de İslami taleplere bir takım gevşeklikler getirilmesi gerekiyordu. Bu gevşetilme hareketi 1948’de İmam hatip okullarının açılmasıyla başlıyor. Bakınız, Demokrat Parti zamanında yapılmış bir şey değil bu. Bu hareket içerisinde İslami şeylere biraz serbestlik gelince Necip Fazıl, Nurettin Topçu Beyler ile başlayan bir şey var. 1950’li yıllara gelince İmam hatip okullarının açılmasından ziyade müfredat meselesi mühim hale gelmişti. Ne okutacaksınız öğrencilere, bu davaya nasıl adam yetiştireceksiniz? Orada da Celal Hocayla başlayan İmam hatip müfredat programlarının çalışması var. Daha sonra da İlim Yayma Cemiyeti kuruluyor. Yine, Ali Fuat Başgil’in gençlerle başbaşa hareketi var…

1953’lü yıllarda Mümtaz Turhan Hoca, Ali Fuat Başgil Hoca, Nurettin Topçu Hoca ve Necmettin Ağabeyimin yapmış oldukları çalışmanın, 60 ihtilalinin Halk Partisi’ni tekrar iktidara getirme ihtilali şekline dönüşünce, sıkıntıya girme durumu söz konusu oldu. Ne yapılacağı konusunda bu isimler tekrar bir araya geldiler. O akşam Necmettin Ağabeyim beni de götürdü toplantıya, Gureba Hastanesi’ne. Dr. Süleyman Yalçın Bey vardı, Aydınlar Ocağı’nın kurucusu, orada Adnan Menderes’in idam edildiği akşam üzüntü içerisinde, Süleyman Yalçın Bey ile gençlerin şuurlandırılması konusunun ele alınması, bunun akademik olarak  üniversitedeki Mümtaz Turhan Hoca’nın çalışmalarının buna yeni bir yön vermesi yönünde Aydınlar Ocağı kuruldu. Süleyman Yalçın Bey de ‘Fikir Adamları’ kitabında anlatıyor zaten. Beni de orda Necmettin Ağabeyim onlarla irtibatı temin etmek için görevlendirdi. Böylece başlamış oldu.

*Erbakan Hoca bu çalışmaların her aşamasında bulundu yani?

Evet, o zamandan beri içinde.

*1961’de de siz dahil oluyorsunuz bu çalışmalara?

Evet, sokuyorlar beni de bu çalışmalara.

*Bu çalışmalar ne zaman Milli Görüş ismiyle anılıyor, Milli Görüş’ün isim babası kim?

Milli Görüş ismini koyan Mehmet Zahid Efendi’dir. Kendisine çalışmalar hakkında bilgi verilirken, o arkadaşlarla toplanılıyor, şunlar bunlar, arkadaş toplantıları, falan diye bahsedilince, o zaman bizim görüşteki arkadaşlar desenize şuna, dedi. Bizim dediği görüş hangi taraf olur düşüncesiyle Milli Görüş ismi ortaya kondu.

*Erbakan Hoca’ya,  sen bu işleri bırak, çekil şeklinde bir takım tehditler yapıldı mı hiç sizin bildiğiniz?

Bakın, bu imani bir mesele. Siz ömrünüz boyunca Cenabı Hakk’ın çizdiği yolda yürüyeceksiniz ve insanları bu yolda yürümeye teşvik edeceksiniz. Göreviniz,  dünyaya geliş hikmetiniz bu. Nasıl, adama sen bu işi yapma diyeceksin, denir mi bu?  Ama onu engellemek için ellerinden ne geldiyse yaptılar.

*Erbakan Hoca’dan başka bir şekilde kurtulmayı düşünmediler mi hiç acaba, suikast gibi mesela?

Siz öyle bir şey yaparsanız Erbakan’ın kendisinden kurtulursunuz ama başlattığı bu davasından kurtulamazsınız. Onun için buradaki metot, onunla beraber bu davanın açmaza girdiğini ispat ederek sıfırlama metodudur. Bu güne kadar, bunların hep tatbik ettikleri bu, arkadan biri gelir bunu devam ettirir ama bunun olmayacak etmeyecek hayal ürünü olduğunu ispat etmeye çalışma çabasıdır.

*Erbakan Hoca, bu mücadelede ihtilaller, muhtıralar gördü, az önce de dediğiniz gibi birileri kendisini engellemek için ellerinden geleni yaptılar. Hiç yoruldum, bunaldım dediği oldu mu size?

Olur mu öyle bir şey! Yaşıyorsanız mücadele edeceksiniz, yaşamda bir gayeye varmak istiyorsanız bu gayenin mücadelesini bütün ömrünüzce yapacaksınız. Bunun emekliliği de olmaz, tekaütlüğü de olmaz.

*Sizi de çok yorduk, farkındayız ama son birkaç sorumuz daha olacak. Vefatından ne kadar süre önce görüştünüz kendisiyle?

Birkaç gün önce görüştük, biz ziyaretinden geldik bir iki gün içerisinde vefat etti.

*Bunu özellikle soruyoruz çünkü Erbakan Hoca vefat ettiğinde sizinle küs olduğunu söylüyorlar?

Çok derin bir konuya temas ettiniz, rahatsızlanmadan bir hafta evvel beni Ankara’ya çağırmıştı. Ben de gittim, görüşmemiz esnasında bana Emin Saraç Hoca’yı sordu, nasıl, ne yapıyor diye? Bende dedim ki; evvelki hafta Cuma günü Emin Ağabeyle beraberdik, bana dedi ki, ben sizinle bir konuyu konuşmak istiyorum, bana bir takım rivayetler  geldi ve ben fevkalade üzüldüm, dedi. Erbakan Hocayla sizin aranız bozulmuş diye, ben buna ihtimal vermiyorum, sizi tanıyorum mümkün değil amma o kadar emin ve kararlı bir şekilde söylüyorlar ki bunun karşısında acaba demeye mecbur oldum, dedi. Ben de dedim ki, Hocam babam öleli yetmiş sene olmuş, annem öleli kırk sene olmuş bizim aramızda ne ihtilaf olacak, böyle bir şey olması mümkün değil, dedim. Hay Allah razı olsun gönlüm öyle bir rahatladı ki, dedi. İşte, Necmettin Ağabeyim Emin Ağabeyi sorunca bende bunu anlattım kendisine. Ne dedin dedi, bende böyle cevap verdim deyince gel bir alnından öpeyim seni, dedi. Bu lafları kimler neden çıkarıyor bunu kitabımda teferruatlı olarak anlatıyorum.

ERBAKAN’IN HASTANEDE ETRAFINI İŞGAL EDİP İŞKENCE ETTİLER!

*Erbakan Hoca’nın vefatını ilk duyduğunuzda neler hissettiniz?

Size bir hadise anlatayım, benim kızım doktor olduğu için abimi ziyarete Cuma günleri gidiyorduk. Hem abimi ziyaret ediyorduk, hem de doktorlarla konuşuyorduk. Yoğun bakıma girmiş, tamamen bile çıkmamış. Ankara’daki arkadaşlar, Avrupa’daki Milli Görüş teşkilatlarının arasında ihtilaf varmış bunları Hocamla görüştürmeleri gerekiyormuş, getirmişler. Almanya’dakiler gelmiş, ben gittiğimde Hoca’nın elbiselerini çıkartıyorlardı, görüşme bitmiş. Ben hem Oğuzhan Bey’e hem de Yasin Hatipoğlu Bey’e dedim ki, sizin bu yaptıklarınız ne maksatla yapmış olursanız olun doktorların müsaadesini alarak mı yaptınız. Şöyle bir durdular, sonra biri geliyor yanına giriyor, öbürü geliyor yanına giriyor bunun üzerine Yasin Bey’e şuraya bir defter alın koyun gelmek isteyen gelsin ziyaretini yapsın bu deftere yazsın gitsin, ille de Hoca’yı görecek diye bir şey olur mu, dedim. Sonra doktorların söylediği şu;  bunların fevkalade zararlı olduğunu biliyoruz, bunu Hoca’da kendisi baş işaretiyle falan bizi tasdik ediyor ama sizin bu arkadaşlarınıza anlatamıyoruz bunu, dediler.

Şimdi ben bunu niye söylüyorum? Hoca’yı böyle işkence altında orada tutmaktansa vefat ederse rahat eder, rahata erer diye düşünüyorsunuz. Yani görüyorsunuz, Hoca orada nefes almakta zorluk çekiyor, siz etrafını işgal etmişsiniz, olmayacak şeyler yapıyorsunuz. Şimdi burada ölüm iyi midir, kötü müdür? Şimdi ben kendi nefsimi onun yerine koyuyorum, yani bütün bunlara maruz kalmaktansa bir an evvel ruhumu teslim edip rahata kavuşmayı tercih ederim. Onun için ölümden dolayı insan bir akrabasından yakınından ayrıldığı zaman üzülüyor ama onun iyiliği içinse bu tercih edilecek bir şey oluyor.

*Erbakan Hoca’nın siyasette yol yürüdüğü kişiler hakkında hiç tereddütleriniz oldu mu?

Tabi oldu. Bir kitap yazıyorum şimdi, bunların bir kısmını o kitapta ele alacağım. Şimdi girmeyelim o konuya…

*Erbakan Hoca’yı rüyanızda görüyor musunuz hiç?

Bazen görüyorum tabi, genelde kızdığım zamanlar.

*Neden kızıyorsunuz?

Bu tür adamları başıma sardığı için

*Gördüğünüz rüyalardan bir tanesini paylaşır mısınız bizimle?

Yok, o bana kalsın.

*Son günlerde yaygın bir kanaat var Fatih Erbakan’la ilgili, babasının yerine geçebileceği hususunda. Fatih Bey’de bu istidadı görüyor musunuz?

Fatih’in bu işlere girmesini istemiyorum, kendisine de zaten izah ettim bunu. Gerekçesi de şu; abimin arkasından kim çıkarsa çıksın zorlanır, bu psikolojik bir şeydir, zirveye çıkmış bir liderin arkasından çıkan insanın ondan daha başarılı olması mümkün değildir.

*Ailenin en büyüğü siz kaldınız. Baba tarafınız Adana, anne tarafınız Sinop’lu, hiç akrabalarınız var mı oralarda görüştüğünüz?

Kitabımda da bunun bir kısmından bahsediyorum, benim baba tarafımdan dedelerim, bir amcam ve bir halam hariç diğerleri 1905 senesindeki Ermeni ayaklanmasında bir camiye konularak yakılmışlar. Onun için oradan babam pek bahsetmek istemezdi. Çünkü,  çok üzüntülü, hüzünlü bir durum o.

*Efendim, uzun bir söyleşi oldu, sizleri yorduk. Ayrıca ilk röportajınızı bize verdiğiniz için hususen teşekkür ediyoruz. Son olarak birkaç fotoğraf karesi alabilir miyiz, malum bugüne dek hiç fotoğraf vermediniz basına…

Hadi çekin bakalım, battı balık yan giderd

11 Mayıs 2014 Pazar

Milli Tren Projesi'nde artık sona gelindi


Milli Tren Projesi kapsamında üretimi gerçekleştirilecek Elektrikli Tren Seti ve Dizel Tren Setine ilişkin tasarımlar da ortaya çıktı. Türkiye Vagon Sanayi AŞ (TÜVASAŞ) Genel Müdürü Erol  İnal, Milli Tren Projesi ile vagon ve demiryolu üretiminde Sakarya'nın marka  olabileceğini belirterek, "Bu sektör, Türkiye'de yeni yeni ayağa kalkan,  şekillenen bir sektör ve çok hızlı yol alıyor" dedi. Sakarya Ticaret ve Sanayi Odası (SATSO) Yönetim Kurulu Başkanı Mahmut  Kösemusul ve yönetim kurulu üyeleri, TÜVASAŞ'ı ziyaret ederek, Milli Tren Projesi  kapsamında elektrikli tren seti (EMU) ve dizel tren seti (DMU) çalışmaları  hakkında bilgi aldı. İnal, milli trenlerin görsel tasarımla ilgili çizimlerini SATSO  heyetiyle paylaştı. İnal, projenin hızla ilerlediğini belirterek, "Milli Tren Projesi ile  Sakarya, vagon ve demiryolu üretiminde marka olabilir çünkü bu sektör, Türkiye'de  yeni yeni ayağa kalkan, şekillenen bir sektör ve çok hızlı yol alıyor" ifadesini  kullandı.  İnal, yüzde 100 Sakarya üretimi milli trenlerin orta vadede dünya  pazarına gireceğine dikkati çekerek, Sakarya'nın bu anlamda lojistik öneminin  artacağını anlattı. Sakarya'nın sadece vagon değil, tren setlerinin de üretildiği sanayi  merkezi haline geldiğini dile getiren İnal, bunun sektör adına büyük başarı  olduğunu vurguladı. İnal, demiryolunun, sadece ulaştırmada değil, turizm ve ticaretin  canlanması anlamında da büyük önem taşıdığını aktararak, sözlerini şöyle  tamamladı: "Şehirler, garların etrafında gelişiyor ve şekilleniyor. Dünya  ülkelerine baktığımızda istatistikler gösteriyor ki İsviçre, dünya seyahat  ortalamasında ilk sırada, ardından Almanya ve İngiltere geliyor. Bu sıralamada  Türkiye 20. yani geride. Bunun arttırılması, demiryolu güzergahının çoğaltılması  hızlı trenlerle mümkün olacaktır. Sektörümüz bu konuda mevcut teknolojisiyle  hesaplandığında ortalama 7 yıl zirvede kalabilir." Kösemusul, TÜVASAŞ'ın gurur duydukları önemli çalışmalara imza  attığına işaret ederek, her zaman destekçisi olacaklarını söyledi. Kösemusul, şunları dile getirdi:   "Ana ve yan sanayilerini geliştirmiş, ticaretini ve turizmini  zincirleme canlandırmış, sosyal yaşamında hak ettiği kaliteyi yakalamış Sakarya  inşa etmeye gayret ediyor, bu hedefle ilerliyoruz. İlimizin gelişimine katkı  sağlayacak bu projenin heyecanını da ayrıca yaşıyor, genel müdürümüze Sakarya'yı  marka yapacağına inandığımız bu büyük projesinde başarılar diliyoruz. Gelecek  Sakarya'nındır. Raylı taşıtlar konusundaki gelişmeleri yakından takip ediyoruz. Kendi  tren setlerini ve yüksek vagonumuzu üretmek için büyük heyecanla çalışan mühendis  ve işçilerimiz, yöneticileriyle adını demiryolu tarihine altın harflerle  yazdıracak

10 Mayıs 2014 Cumartesi

DANIŞTAY TÖRENİNDE NELER YAŞANDI VE YORUMLANDI

DANIŞTAY TÖRENİNDE NELER YAŞANDI VE YORUMLANDI

Başbakan Erdoğan, Türkiye Barolar Metin Feyzioğlu'na konuşmasını uzun sürmesi ve siyasi bir konuşma yaptığı gerekçesiyle, "Böyle bir edepsizlik olmaz. Van'da yapılan haberin var mı, edepsizlik yapıyorsun. Tamamen siyasi konuşma yapıyor. Böyle bir şey olabilir mi. Van'la ilgili baştan aşağı konuşmaların yalan Haksızlık. 25 dakika başkan konuşuyor, 1 saat sen konuşuyorsun" diyerek tepki gösterdi. Bu konuşmanın ardından Başbakan salonu terk etti.

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, Başbakan Erdoğan'ın Danıştay töreninde TBB Başkanı Metin Feyzioğlu'na göstediği tepkiyi değerlendirerek; "Danıştay'ın 146. yılını kutlama töreninde ortaya çıkan tablo, devlet yönetme ehliyetini kaybetmiş birinin tutum ve davranışının topluma yansımasıdır" dedi.

DADAŞ:
keMAL gibiler feyzooglu gibiler anayasa başkanı haşhaşi gibiler konuştukça ak partinin oyları tavan yapıyor böylelikle Recep Tayyip Erdoğanın Cumhurbaşkanlığı Hayırlı Olsun.

TABİ.:
HERKES YERİNİ YURDUNU İŞİNİ BİLECEK.SİYASETLE NE ALAKASI BARONUN.. HELAL OLSUN BAŞBAKANA

AKİF:
Milletin vergileri ile ödenen törenleri kaldirin ,o parayi ve enerjiyi baska yerde harcayin .Basbakana da saygi gösterin.

ALPEREN:
Yargının bağımsızlığı nerede kaldı, çıkar cübbeni de öyle siyaset yap. Edepsizlik yapmadım diyor ama Türkiye Cumhuriyeti başbakanına ukala ukala gönderme yapıyor. Bu edepsizlik değil de nedir Allah aşkına. Cumhurbaşkanı adayını belirlemek senin işin mi, sen kendi işine bak.

HAKAN ÇİMEN:
EVET EVET TÜRK MİLLETİ SEN VE SENİN GİBİ CÜBBELİLERİ SON DÖNEMDE İYİ ANLADI VE TOZLU RAFLARA KALDIRDI VE BİR BİR KALDIRMAYA DEVAM EDECEKTİR..BİZ İYİ OKURUZ GİDER SANDIKTA YAZARIZ SİZSE ANCAK GERGİNLİKTEN ÇIĞIRTKANLIKTAN MEDET UMAN ZAVALLILARSINIZ.....SN. FEYZİOĞLU ...HOCA

MHP'li:
DOĞRU SÖYLEYENİ DOKUZ KÖYDEN KOVARLAMIŞ FEYZİOĞLU TAKMA SEN AKPLİLERİ BİZ SENİ TAKDİR EDİYORUZ..HUKUKU SAVUNACAKSIN TABİ AKPLİLER GİBİ HIRSIZLIĞI SAVUNACAK HALİN YOKTU...

MUHAMMED:
ümmü kafalı cahil yorumcular orası zaten hukuk müessesesidir. metin feyzioğlu onun için konuşuyor. yok siyasete gir bilmem ne boş konuşmayın
Cevap Yaz(12)(14)
ANTİCHP: Okumuş kafalı,hukuk müessesesinde siyasetin ne işi var tosuncuk?

MUHAMMED:
her kes haddini bilsin hakaret eden arkadaşlar görüyorum. başbakanda olsa kimseyi azarlama hakkına haiz değildir hiç kimse.
Cevap Yaz(9)(12)
CEM: tabi canım siz istediğiniz gibi yalan yanlış konuşun bizde hiç ses çıkarmayalım.buraya yorum yazarkende adını değiştir pensilvanyalı. ALINTI...

2 Mayıs 2014 Cuma

Şeyh Usame bin Ladin'in eşi onun şehadeti hakkındaki gerçeği söyledi

Amerikalılar yalan söyledi. Şeyh Usame bin Ladin'in eşi onun şehadeti hakkındaki gerçeği söyledi

Obama'nın, Amerikalı haydutların Şeyh Usame bin Laden'i öldürdüklerini açıklaması ve sonrasında orada gerçekte neler yaşandığına dair batı medyasında farklı spekülasyonların ortaya çıkmasıyla birlikte demokratik propaganda ve dezenformasyona maruz kalan insanlar, tüm bu hikayelerin güvenilirliğiyle ilgili şüpheye düştüler.

Açıktır ki Amerikalıların arzusu, Şeyh Usame'nin son anlarını O'nun geçmişi ve karakteriyle uyuşmayan son derece olumsuz bir şekilde sunmaktı.

Bin Laden'in cesedinin fotoğraflarının ve videosunun yayınlanmasını yasaklayan Amerikalıların, O'nun cesedini İslami kurallara uygun bir şekilde denize gömdükleri iddiası, Amerikalıların yalan söyledikleri şüphesini daha da güçlendirdi.

Belli ki, Şeyh Usame bin Laden'in meskenine yapılan baskın ve O'nun katledilmesiyle ilgili sızdırılan ve röportajlarda, TV Showlarında ve kitaplarda periyodik olarak işlenen "Gizli Bilgiler", gerçeği kesinlikle yansıtmıyordu.

En son dezenformatik sızıntı ise, geçtiğimiz günlerde El Kaide liderinin şahsi korumalığını yaptığı iddia edilen Abdüllatif isimli birinin, Bin Laden'in yanından hiç ayırmadığı patlayıcı kemeriyle istişhadi eylem yaptığını iddia etmesiydi.

Ancak bu versiyon da yanlıştır ve Şeyh Usame'nin şehadeti hakkındaki gerçeği gizlemek amacıyla yayılmıştır.

Peki, Pakistan'ın Abbutabad kentinde 2 Mayıs 2011 günü gerçekten ne olmuştu?

Bu soru, Şeyh Usame bin Laden'in şehid edildiği evine yapılan baskın esnasında kendisiyle birlikte olan Yemen asıllı eşi Emel Seda tarafından cevaplandı (bu haberin yayınlanmasından sonra link, Twimail site yönetimi tarafından silindi fakat metin, YouTube'a yayınlandı ve şu ana kadar kaldırılmadı).

Emel es-Seda, Şeyh'in şehadetinin gerçek hikayesini anlattı ve cesedinin ortadan kaybolmasının sırrını ortaya çıkardı:

Saldırı başlayıp askerler helikopterlerden atlamaya başladıkları zaman, o anda evde bulunan kardeşler onlarla çatışmaya girdiler. Çatışma çok ağır ve sarsıcıydı.

Evimize saldıranlar, Amerikan ve Pakistan askerleriydi. Onlar beraber hareket ediyorlardı. O kadar çoklardı ki bir anda hepsi de avluyu ve evi sarmışlardı.

Saldırı anında Usame, kendi odasındaydı. Derhal bir silah aldı ve pencereye koştu. Çatışmanın ilk dakikalarında yüzüne bir mermi isabet etti ve hemen oracıkta şehid oldu(inşallah).

Ve bu, Şeyh için Allah'ın bir lütfu idi.

Biraz sonra Amerikalılar, odaya girdiler ve Şeyh'in cansız bedenini buldular. Cesedi alıp evin dışına çıkardılar ve Amerikan deniz piyadelerine ait bir helikoptere götürdüler.

Helikopter havalandıktan bir müddet sonra çok şiddetli bir patlama oldu. Muhtemelen isabet almıştı. Helikopterin parçaları her tarafa yayıldı. İçindeki herkes öldü ve parçaları etrafa dağıldı. Aynı şey Şeyh'in cesedine de oldu.

Amerikalılar, zaferlerini tüm dünyada kutlamak için O'nun cesedini göstermek istiyorlardı fakat Allah(s.v.t.), onların bu planlarını alt üst etti.

Allah, Şeyh'in cesedini bile onlardan aldı. Onlara hiçbir şey bırakılmadı ve bu yüzden, O'nun cesedinin denize gömüldüğü hikayesini uydurmak zorunda kaldılar. Allah, O'nu bu dünyada iken de öldükten sonra da düşmanlarından korudu.

Allah O'nun şehadetini kabul etsin ve kendisine cennette en yüksek dereceleri nasip etsin!

Bu hikayeye ilaveten şunu da hatırlatmak isteriz ki; Amerikalılar, Abbutabad'daki bu olaydan bir müddet sonra, Ağustos 2011'de, Fox TV aracılığıyla Afganistan İslam Emirliği'ne bağlı mücahidlerin içerisinde El Kaide liderine yönelik düzenlenen operasyona katılan "6.Tim"e ait bir helikopteri vurdukları bilgisini vermişlerdi. Bu olayda 22 SEAL üyesinin hayatını kaybettiği açıklanmıştı. Başkan Obama, ölen askerlerin arkadaşlarına ve ailelerine başsağlığı dilemişti.

Muhtemeldir ki bu sızıntı, 2 Mayıs 2011 gecesi Abbutabad'da Şeyh Usame bin Laden'in cesediyle birlikte ölen Amerikan askerlerini gizlemek için bir girişimdi.  ALINTI

Hakkımda

Fotoğrafım
https://www.facebook.com/VAHDED.HOCA SİTEMİZİ ZİYARET EDİP ÜYE OLURSANIZ ÇALIŞMALARIMIZA DESTEK VERMİŞ OLURSUNUZ ALLAH cc CÜMLE MÜMİNLERDEN RAZI OLSUN.

selmun aleyküm